İnsanın kanına başka yerleri gezmek- görmek aşkı girmeye görsün. Yeni mekanlarda dolaşmaya, yeni insanlar tanımaya başladı mı bir kere kendini durduramıyor işte. Çıkan her fırsatı değerlendirip, düşüyor yollara…
Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat derler ya, benim için yediklerimi anlatmak/ göstermek gezme-tozmalarımın bir parçası aslında.
Blog’u yazmaya başladıktan sonra ilk defa yurtdışına çıkıyordum; daha önceki gezmelerden daha farklıydı sanki bu, birilerinin (en azından senin) okuyacağını bilerek, belki de bunun sorumluluğunu da taşıyarak gezindim durdum, yeni tatlar keşfettim. Gerçi daha önceki gezinmelerimde de çektiğim fotograflar, edindiğim bilgiler de var bir yerlerde gelin görün ki bir türlü organize olup hiçbirini toparlayamadım, ama umudum var, paylaşacağım.
Neyse konuda dağılmadan başlamak gerek artık 3 günlük kısa gezintiyi anlatmaya…
Gitmeden önce konuştuğum arkadaşlarım, o tarafların yiyecek açısından Akdeniz Mutfağı kadar iştah açıcı çok fazla bir şey olmadığından söz etmişlerdi. seyahate çıkmadan önce de uzun uzadıya araştırmak fırsatı da olmamıştı. En iyi tecrübe yaşamaktır dedik ve Şahika ile attık kendimizi yollara.
İnsanoğlu kuş misali, bir saat kırk dakikalık uçak yolcuğundan sonra uçaktan iniş, pasaport kontrolü derken dışarda bizi bekleyen tur rehberimiz ve grupla buluştuk. Ve başladık şehri turlamaya.
ilk durak Peşte’deki “Kahramanlar Meydanı”.
(Budapeşte ile ilgili ön bilgi: Macaristan’ın başkenti olan şehir Tuna Nehri’nin iki yakasındaki Buda (Budin-batı) ve Peşte (doğu)’nin birleşmesinden meydana gelmektedi. Buda tarafında ayrıca Obuda (Eski Buda) bulunmaktadır.)
1896’da Macarların bugünkü topraklara fethinin 1000.yılındaki kutlamaları için inşa edilen meydan “güzel sanatlar müzesi” ve “sanat sarayı”na da evsahipliği etmekte.
Sonra arkamıza alarak meydanı Andrassy Caddesi (Ut) üzerindeki büyükelçilikleri ve Oktogon Meydan’ını geçip, Jozsef Attila Caddesi’nden ilerleyip, Parlemento Binası’nı (Orszaghaz Parlamento) gördükten sonra Margit köprüsünden kentin Buda tarafına geçtik. Gül Baba Türbesi’ni ziyaret ettik.
Ve ver elini Kale dedik; Matyas kilisesi ve Balıkçı Tabyasını gördük ve Peşte’ye karşı kıyıdan baktık. Kısıtlı zamanda kilise çevresinde tur attık.
Balıkçı Tabya’sından Peşte
Gellert Anıtı’nın ve şuan otel olarak kullanılan binayı gezememiş olsak da, şehre hakim Gellert Tepes’inde bulunan Özgürlük Anıtını görmek çok etkileyiciydi.
Hava kararmış ve otele gitme vakti gelmişti. Odaya eşyaları bırakmanın ardından tekrar dışarı çıktık.
Yöresel birşeyler yemek istediğindeydik ama kazınan midelere, iştah açıcı vitrinler eklenince güzel bir yer hayali almış başını gitmişti. Neyse lafı fazla uzatmayayım, en son hatırladığım Nyugati Tren İstasyonu basamaklarına oturup, biricik el rehberimiz Budapeşte kitabından (Dost- Görsel Gezi Rehberleri, 2007) civarda olan ve Macar mutfağından örnekler sunan bir yer bulabildik.
Opera bölgesi olarak bilinen bölgede, Nagymezo Caddesi üzerinde olan Két Szerecsen’e gittik. Amacımız Macar mutfağının en bilinen tadı olan Gulaş Çorbasını denemekti.
Macar kökenli olan ama pek çok Orta Avrupa ülkelerinde de hazırlanan Gulaş genellikle Sığır etinin sebzelerle (patates, havuç vs) ve diğer baharatlarla (özellikle kırmızı biber-paprika) çeşnilendirilerek pişirilmiş hali. bir nevi sebzeli et yemeğinin daha sulu olarak hazırlanmışı diyebiliriz.
Gulaş’a alternatif olarak Macar usulü pişirilmiş tavuksuyu çorbası da sipariş ettik. Tavuk parçaları, jülyen kesilmiş patates-havuç ve kabak, mantar, ev yapımı makarna (daha çok noodle’ı andıyordu) oluşan çorbada malzemelerin birbiriyle karışmamış olması enterasandı (blogger notu: limon olması tadını daha da güzel yapabilirdi).
Sığır eti-kırmızı biberle pişirilmiş patates yemeği ve salata olarak incecik kıyılmış salatalık ve ekşi krema (tadı daha çok süzme yoğurt gibi geldi) ana yemeğimiz idi. daha sonra başka yemek ve salatalarda da tadacağım şeker ve sirke ikilisi ile ilk buluşmamızdı.
Yemeğimize Macarların Dreher fıçı birasını eşlik etti. Hafif bir tadı vardı, Şahika’yla “nerde bizim Efes’imiz” deyip durduk.
Günün yorgunluğu üzerine yediğimiz güzel bir yemek, içki ve muhabbetin ardından otele dönüşe geçtik. Dönüş yolunda rehberimizin önerisi olan New York Cafe’ye uğradık. Hali hazırda Boscolo Budapest Otelin, daha da bilinen adıyla New York Palace (New York Palota) giriş katına girdik. 1894’te açılan mekanın yemeklerinden daha çok belki de iç dekorasyonu ile özellikle turistlerin ilgisini çektiğini düşünüyorum.
Açılışından beri Macar sosyal hayatını yansıtan kafede; portakal, limon, misket limonu gibi farklı turunçgil karışımlarından oluşan “New York Limonatası”nı denedik. Gazlı yada gazsız olarak su seçimini yapabildiğimiz içecek, gecenin finalini güzel yapmamızı sağladı.
Bayram tatilindeki kısa gezimiz için, bütün gün şehir içinde turlamak yerine, civar kasaba ve şehirlere yapılacak ekstra turlara katılmaya karar verdik.
İkinci günkü ilk durağımız Estergon (Eszergom) oldu. Çoğumuzun tarih bilgisinde Estergon Kalesi ve türküsü ile bildiğimiz şehir; Budapeşte’ye yaklaşık bir saatlik mesafede, ülkenin kuzeybatısında Slovakya sınırında bulunuyor.
Kaleyi en güzel görebileceğiniz yer Tuna Nehri’nin öte yanındaki Slovakya sınırlarında kalan Ciğerdelen (günümüzde
Sturovo). Kasabanın isminin çok soğuk olan havasının insanın ciğerine işlemesinden ve/veya çok güzel olan kızların insanı etkilemesinden geldiği söyleniyor.
Nehir ile ayrılan iki ülke bir köprü ile bağlanıyorlar. Schengen ülkesi olmaları dolayısıyla arada sınır- geçiş falan da bulunmuyor.

Hava güneşli ve sıcaklık 14-16 derece olmasına rağmen hakikaten insanın ciğerine işleyen soğuğuyla ismini hakediyordu.
Biz de küçük bir cafede kahvelerimizi yudumlayarak biraz ısındık.
Şehrin önemi Macar Katoliklerinin merkezi olan Estergon Bazilikası’nın kale içinde olması.
Ülkenin fiziki olarak en büyük kilisesinde, Roma’daki Aziz Peter Bazilikası ve Londra’daki Aziz Paul Katheralinden sonra Avrupa’nın en geniş kilisesi. Pek çok kralın da taç giyme törenine de ev sahipliği yapmış.
Bu kadar gezintiden sonra acıkmaya başlamıştık, Tuna Nehri kıyısında, Visergad kasabasında öğle yemeği için durduk. Turistik bir mekan olan Renaissance’te mola verdik.
Türk turist kafilelerinin durak yeri olan mekan, dekoru, yöresel kıyafetli garsonlarıyla ve toprak mutfak kaplarıyla Orta Avrupa kültürünün canlı bir örneği gibiydi.
Yemekler ortaya gelen büyük toprak servis kaseleri yada tabaklarından servis ediliyordu. Önce boynunuza önlüğünüzü geçirmeniz gerekliydi.
Yemeğe geleneksel kremalı ceylan çorbası ile başladık. Et suyu ile inceltilmiş krema, et ve hamur parçalarına taze baharatların eklendiği çorba, ilk av eti deneyimim için çok güzeldi.
Trofea stili ızgara et menüsü dana biftek ve hindi buttan oluşuyordu. Fırında pişirilmiş kabuklu ve baharatlı patates ile servis ediyordu. Özellikle biftek, yağ oranı ve pişirilmesinden sanırım “lokum” gibiydi.

İnce kıyılmış lahana, havuçtan ve salatalıktan oluşan salata, aslında tatlı turşu olarak da söylenebilir. Gene şeker ve sirke ikisinden hazırlanan sosla, küçükken anneannemin hazırladığı “acele turşusu”nun tadını hatırlattı bana.

Kahveye tatlı olarak kestane tatlısı eşlik ediyordu. En altında böğürtlen, kestane ve üstünde krema ve çikolata sosuyla tahminimizden daha hafifti; kestane püresine şeker eklenmediği için böyle olduğunu düşünüyorum.
Yemekten sonraki durağımız Szentendre oldu. Taş kaplı, dar sokaklarında yürürken, daha çok Akdeniz ülkelerindeymiş gibi geliyor insana. Ortadoks halkın ağırlıkta olduğu kentte Slav izlerine rastlamak mümkün.

Sanat galerinin ve farklı müzelerin her an karşınıza çıkabileceği şehirde, hediyelik eşya dükkanları dört bir yandan sizi sarabiliyor. Ara sokaklarda dolaşırken ise bir duvar süsü, farklı bir tabela, farklı bir detay sizi şaşırtabiliyor.
Küçük ölçekli pek çok müzeyi gezebileceğiniz şehirde belki de en farklılarından biri Szabo Marcipian (Badem Ezmesi Müzesi).

Ana caddeden girişi badem ezmesi ürünleri satan dükkan, yan sokaktan olan girişinde ise müze bulunuyor. Müze girişindeki atölyede eserlerin yapını izleyebiliyorsunuz. Üst kata çıktığınızda ise Michael Jackson karşılıyor sizi. Taş devri kahramanlarına, susam sokağından esintilere, üç küçük domuza veya şirinlere ise iç odalarda rastlıyorsunuz.
Eserlerin alt tarafındaki künyelerde ise eserin yaratıcısı, ağırlığı ve ne kadar sürede tamamlandığı bilgisini öğrenebiliyorsunuz.

Gidilen her ülkeden ufak tefek de olsa birşeyler almayı seven biri olarak hediyelik eşya dükkanlarında dolaşmak, vitrinlerindeki detayları görmek hoşuma gider. Ülkenin farklı renklerini, dokularını hepsini bir arada görünce insan, deklanşöre basmadan da duramıyor işte.
Akşam yemeği vakti geldiğinde, turdaki genç bir çiftin önerisine kulak verdik ve “Sir Lancelot“a gittik.
Alakart olarak seçim yapabildiğiniz gibi farklı tabaklar veya önceden hazırlanmış menüleri de deneyebiliyorsunuz. Biz de “mavi şövalye” menüsünü seçtik.
Somun ekmeğin içinde servis edilen “soğan çorbası” ile başladık yemeğe. Et suyunun soğanla birleşmesinden oluşan çorbaya rendelenmiş peynirin eklenmesiyle tadını daha da güzel yapmıştı.
Dövülmüş buzağı filetosu ve kaz budundan oluşan yemek tabağında garnitür olarak karamelize soğanlı patates salatası, lahana turşusu salatası (sirke ve şeker soslu), salatalık- biber turşusu ve tatlı pancar turşusu vardı. Ayrıca greyfurt, portakal ve elma etin yanında taze bir tat katmış oldu.
İçki olarak olarak ise daha önce denediğimiz “dreher”in koyusundan içtik. Tadı “efes dark”a çok benzeyen bira, kulpsuz toprak kadehlerle servis ediyordu. Bu şekilde kadehin sonuna kadar bira soğuk kalıyordu.
Yemeği yerken ve içkiyi yudumlarken bir anda ani bir sesle irkildik. Kılıç düellosu olan bir gösteri başlamıştı bile. Bir sonraki seferde ise ateşle gösteri yapan birini seyrettik.
Sıra tatlıya geldiğinde aslında çoktan doymuştuk ama geleni de denemeden edemedik. Şekerli sütle ıslatılmış ekmeğin üzerine haşhaş ve pudra ekilmesinden oluşan geleneksel bir Macar tatlısıydı gelen.
Kısa ve çarçabuk geçen tatilde son gün Brastislava ve Viyana’yı hızlıca geziverdik, o da bir başka yazının konusu olur, kimbilir…
Avrupa’nın Orta’sında, av ve farklı kümes hayvanlarından tadıp, karamelize soğanlı, paprika ile çeşnilendirilmiş garnitürler yemek, tatlı turşularını denemek güzel geldi. Gideceklere şimdiden iyi gezmeler olsun.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
İlgili
İş nedeni ile Macaristan'a gitme fırsatım olmuştu. Ancak toplu halde gittiğimiz restoranda yediğim gulaşı kullandıkları etten dolayı bayağı kötü buldum. Bizim patates ve havuçla yaptığımız parça etten pek de değişik gelmemişti görüntüsü. Senin denediğin gulaşın tadı nasıldı?
Dediğim gibi iş amaçlı gittiğim için senin kadar çok şey deneme fırsatım olmadı. Yediklerin oldukça iyi görünüyor. Tatil için de tekrar gidilebilir hissi uyandırdı bende.
BeğenBeğen
aslında sebzeli et yemeği gibi tadı gulaş'ın. ancak daha sulu ve baharat olarak kırmızı biberi biraz baskın. benim denediğim yerde etin pişirilmesi başarılı idi -liflere kolaylıkla ayrılabilen lokum kıvamında diye söylediğimiz gibiydi-. et, özellikle de av eti denemek için iyi bir alternatif diye düşünüyorum.
umarım gidersin de tattıklarını bizle paylaşırsın…
BeğenBeğen
Zezo'm ayni yerlerde dolanmisiz. Kaldigimiz otel Hosok Tere'de (Kahramanlar Meydani) idi. Andrassy Caddesi, Estergon hatta Renaissance Restaurant'daki krallar sofrasi falan tipatip ayni yerlere gitmisiz. Cok guzel ozetlemissin, kalemine saglik!
BeğenBeğen