Balkanlar’dan ne kastedildiğine gelince Türk Dil Kurumu (TDK)’nu kaynak alarak Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya’yı içine alan bölge tanımlaması yapmak mümkün.
Dağılan Yugoslavya’dan sonraki yeni ülkelerin vize istememesi (gerçi Hırvatistan Temmuz 2013 tarihinden bu yana vize zorunluluğu getirdi), yakınlığı, göçmen olarak gelen pek çok ailenin köklerinin yaşadığı yerleri görme isteği gibi farklı sebeplerden dolayı bölgeyi ziyaret eden Türk turist sayısı gün geçtikçe artıyor.
Gelelim benim notlarıma:
KOSOVA
Hava sıcaktı ve acıkmıştık. Cadde üzerindeki Rings Food Wine& Cafe ‘de yemek yedik. Farklı yaşlardan pek çok müşteri vardı mekanda, bir de Birleşmiş Milletler Birliği’nden olduğu anlaşılan askerler. Menüde pizza, makarna, salata gibi farklı seçeneklerle yerel ve farklı bölgelerden şaraplar da bulunuyordu.
Rahibe Terassa Caddesi’nin “Bağımsızlık Parkı” tarafından çıkıp geleneksel ticaretin olduğu kısmına geçtik. Çarşı Camisi’nin önünden geçip Kosova Müzesi’ne yöneldik ama pazartesi olması dolayısıyla kapalıydı (kendime not: başka ülkelerde müze günlerini ve saatlerini kontrol etmeyi unutmamak gerek).
Saat Kulesi (Sahhat Kulle)’sinin dışardan fotoğrafını çekip İbrahim Lütfü Caddesi üzerindeki Fatih Camii’ne girdik, Namaz saati olduğundan kalabalık bir cemaat vardı (arife günü olmasının da bir etkisi olsa gerek) biz de avlusunda biraz soluklandık.
Biraz daha dolaşınca “pazar alanı”na ulaştık. İrili ufaklı standlarda satılan farklı markalarda sigaralar, mutfak araç gereçleri, ahşap materyaller, açıkta satılan tavuklar, daha akla gelmeyecek bir çok farklı malzeme. Çevredeki dükkanların vitrinlerinde Kurban Bayramını kutlayan yazılar da görmek mümkündü.
Fotoğraf çekerek tekrar Rahibe Terrassa Bulvarı’na geri döndük. Artık güneş gücünü kaybetmiş, gün yavaş yavaş akşama dönmeye başlamıştı. E yorgunluk atmak, keyif birası içmenin de tam vaktiydi. Küçük meydana bakan Corner Coffee Bar’da oturup, yerel bira olan Peja (kuzeybatı sınırındaki şehir- Türk adı İpek)’nın tadına baktık.
Otogarın şehir merkezinden yürüme mesafesinde olduğunu farkettik. Yürüyüş sırasında bakımı devam eden Rahibe Therassa kilisesine uğradık.
Okuduğum bloglarından otobüs içinde servis olmayacağını hatırlayıp, su ve atıştıracak birşeyler satın aldık. Kısacası Priştine merkezde sakin zaman geçirdik, bir anlamda kendimizi Karadağ kısmına hazırlamış olduk.
Gitmek istediğimiz güzergahta sadece Barileva Turist firması hizmet veriyor ve günde bir kere karşılıklı sefer yapılıyor (seferin tam adı Priştine-Ulcinj). Otobüsümüz yerel saatle 19:00’da hareket etti, bir saat 40 dakika sonra “Bobi” tesisinde mola verildi (market, restorant ve arka kısmı motelden oluşuyor), şoför inerken 10 dakika mola demişti ama bir saat sonra hareket ettik 🙂 Neyse yolculuk sırasında pasaportlarımız toplandı, moladan yaklaşık 40 dakika sonra Kosova sınırına gelindi. Otobüste 10-12 kişiydik (bizim dışımızda Arjantin pasaportlu iki çift vardı), fazla bekleme yapmadan sınırı geçtik. Virajlı dağ yolundan 20 dakikalık otobüs yolculuğundan sonra Karadağ sınırından da sorunsuz geçtik.
KARADAĞ (MONTENEGRO)
Sınırı geçtikten sonra Rozaje’de otobüse binenler ve inenler oldu. İkinci mola için “Dolina”da durduk. 1980-90’lardaki Türkiye’deki yol durakları gibiydi; içerde sigara içenler, yüksek sesle konuşanlar tam dumanaltı bir ortam. Açlık başlayınca çorba sorduk, sadece “gulaş” vardı (daha çok etsuyu ve makarna taneleriydi, beğenmedik). Podgorica otogarına vardığımızda sabah saat 3 civarıydı. Biraz bekleme, taksicilerle zorunlu olan muhabbetin ardından Meridien Car Rental‘dan yapmış olduğumuz rezervasyonu iptal ettik. Saat 06:00 hareketli Dubrovnik otobüsüne bilet aldık (O kadar uykusuzduk ki, yaklaşık 2 saatlik yolculuğun nasıl geçtiğine dair hatırladığım fazla birşey yok, ne yazık ki).
Kotor
Akdeniz’in en büyük (çoğu tanımlamaya göre tek) fiyorduna da ismini veren Kotor, Lovcen Dağı ile koy arasında yeralan, küçük bir yerleşim. Eski şehir (Stari Grad) dağa yaslanmış, 9.yy’da yapımına başlanan şehir surları ile çevrili; taş binaları ve mermer kaplı sokaklarıyla görülmesi gerekli bir Akdeniz kasabası.
D&Sons’un sahibi Drajen bizi otogardan aldı, henüz oda boşaltılmadığı için eşyalarımızı bırakıp, kahvaltı yapmak için şehirde turladık. Tabii ki öncesinde ana giriş (Sea Gate) kapısındaki turizm ofisinden harita aldık.
Burada bir parantez açmak gerek sanırım. Karadağ ve Kosova’da çok sık karşılaştığımız bir durum oldu: çay olarak sipariş verdiğinizde (aksini belirtmezseniz) genelde yeşil çay geliyor. Demlemeden daha çok sallama olarak gelen çaya, porsiyonluk bal ve limon/ taze limon suyu eşlik ediyor. Ancak alışık olduğumuz tavşan kanı demlenmiş çay bulmak neredeyse imkansız.
Kahvaltı sonrası pansiyona dönüp, biraz dinlenip (kendimize gelip) fotoğraf makinelerini alıp kendimizi Kotor sokaklarına attık.
Şehirde dolaşırken, dar sokaklardan bir anda küçük meydancıklara çıkmak mümkün. Meydanlar genellikle çevredeki cafe-barlar veya restaurantların masalarıyla dolu.
Bu meydanlardan birinde, karnımızın gurultusuna daha fazla dayanamayarak Tryphon Katedrali’ne yakın bir yerdeki City Bar’a oturduk.
Menüsünde ağırlıklı makarna, pizzalar vardı. Şahika çorba, ben “krep” sipariş ettim. Genelde olanın aksine peynir-jambonlu olan hafif kremalı olan krep dürüm gibi sarılmış, galeta ununa bulanmış ve hafif kızartılmış olarak geldi önüme. Tahmin edileceği üzere kajmak ile servis edilmişti, yanında salatalık turşusu (Türk usülü tuzlu diil; tatlımsı olanlardan).

Yemeğin sonunda Katedral tarafından gelen müzik sesi bizi o tarafa yönlendirdi. Kotor folklör ekibi diyebileceğimiz kostümlü bir grup, bandosuyla beraber Meydan’a geldi. Ufak bir gösteri yaptılar.
Öğle yemeğini geç yiyince, akşam geç saatte acıktık. Neyse meydanlardan birine bakan bir pizzacıya oturduk (evet burada pizza yerel bir tat gibi, ama amacımız başka ;)). Oturma sebebimiz ise midye yapıyor olmalarıydı. Siparişi verdikten hemen sonra pişen sarımsak ve domates kokusunu almaya başlamıştık. Çok geçmeden çukur bir kase içinde domates soslu midyelere kavuştuk ve dakikalar içinde sildik süpürdük 🙂 Yerel bira olan Nikšićko Pivo’dan tatma imkanı bulduk.
Ertesi sabah vakitlice uyanıp, bir gün önce deneyip beğendiğimiz Dojmi’de aldık soluğu. Kahvaltı sırasında yağmurun başlamış olmasıyla bizim günlük planlarımızda aksamaya yol açtı. Ancak gelen turist gruplarını görmek ve insanları gözlemlemek açısından faydalı oldu.
Yağmurun biraz hafiflemesiyle biz de gene makinelerle çıktık dışarı, koy’un çevresinde biraz yürüdük.
Sonrasında da gene Eski Şehri’in içinde gezmeye devam ettik. Yağmur kesilip, güneş yüzünü gösterince kaleye tırmanmaya karar verdik. Scorpio Cafe’de pek de kayda değer olmayan yemeğin ardından, 1.350 basamaklı zor bir etaba geçtik. Gün ışığının bize ne kadar eşlik edeceğini kestirmeye çalışarak başladık tırmanmaya.
Bizim için bu tırmanış, aynı zamanda her basamakta yeni bir açı, yeni bir fotoğraf demek olduğundan normalden çok daha uzun sürdü kaleye tırmanmak. Yolun ortalarını geçtikten sonra kilise var, oradan geri dönenler oluyordu, biz merdivenlerin sonundaki sura kadar çıkma kararı almıştık 🙂 ki gün batımına yakın bunu gerçekleştirdik.
Kırmızı çatılardan yavaş yavaş uzaklaşıp, ulaşmak istediğimiz burca ulaştığımızda, bir köşesinden fiyordu daha da güzel görme fırsatı bulduk.
Dönüşte hava tamamiyle kararmıştı, bu sefer farklı bir yoldan inip, eski şehrin güney kapısı civarına gelmiş olduk.
Akşam için tercihimiz, Kotor’un önerilen ilk yerlerinden olan “Galion Riblji”; güney kapının karşısında, denize doğru uzanan bir restaurant.

Kasım ayında kış dönemi için kapatılan mekan için sezonda yer bulmanın çok zor olduğu söyleniyor. Rezervasyonumuz vardı, ama içerdeki müşterilerden o mevsimde rezervasyon olmadan da yer bulunabilir.
Yerel tatlar denemek istediğimizde ise Karadağ mutfağının ağırlıklı olarak et de içerdiğini söyledi garsonumuz. Tercihimiz deniz ürünlerinden ve beyaz şaraptan yanaydı.
Siparişleri verdikten sonra sıcak ekmek ve tereyağı tabağı geldi, hemen arkasından da masamızda servisi yapılan “Balık çorbası” (daha önce yediklerimden farklı olarak içinde domates bulunuyordu).
Deniz mahsülü deyince Şahika’nın da, benim de önceliğim ahtapot olur. Bu seferde ilk tercihimiz o yönde oldu, diğeri tercih ise lüfer. Ahtapot ızgara sebze; lüfer ise patatesli ıspanak ile servis edilmişti (ısmarladıklarımızı kardeş payı yaparak yemeği severiz biz :))
Okuduğumuz bloglarda da zaten belirtilmişti, gece hayatı daha çok Budva’da yaşanıyor, Kotor bu anlamda daha sakin olur diye. Gittiğimiz ay zaten ekim, olmayan gece hayatını aramak anlamsız. Ama muhabbet edip, sakince içkinizi yudumlayacaksanız sıkıntı yok, hatta tam da yerindesiniz.
Arabayı Perast kasabasının girişinde, anayol kenarındaki cep otoparklardan birine parkettik. Kasabaya yürüyerek girdik. Yaklaşık 600 kişinin kışın yaşadığı bu küçük kasaba 16 kilisesi ve 17 piazzası ile farklı bir yer. 55m’lik çan kulesiyle Aziz Nicholas kilisesi öne çıkıyor. Kasabanın açıklarındaki iki küçük ada (Sveti Dorde ve Gospa od Skrpjela) kasabanın turistler için diğer çekici olan kısımları.
Bahçesi olan Armoni Cafe’de kahvaltımızı yaptık. Bizim gibi turist olanlar müşteriler vardı, sabah kahvesini yudumlayan yerel halktan birileri de.

Adalardan daha büyük olan Gospa od Skrpjela (ing. Our Lady of the Rock Island)’a 5 € karşılığında kıyıdan küçük teknelerle gitmek mümkün. Ada üstünde mavi-beyaz bir kilise var, bir de hediyelik eşya satan ufak bir dükkan. Sveti Dorde (ing. St. George) adası ise halka açık değil, küçük tekneler adaya giderken sırada diğer adayı da dışardan dolaştırılıyor.
Biraz daha kasabada dolaşıp, arabaya yürüyüp, Herceg Novi’ye doğru yola çıktık. Yol boyunca güney kıyılarımızda olduğu gibi su çiftlikleri var, genelde midye üretme çiftliklerini olduğunu öğrendik.
Hırvatistan’dan Karadağ’a girdiğinizde sizi karşılayan şehir, Kotor Koyu’nun (Bay of Kotor) girişinde yer alıyor. Temiz denizi, özellikle “eski şehir”deki mermer sokakları, kırmızı çatılarıyla Adriyatik kıyısının karakteristiğini devam ettirdiğini görmek mümkün.
Tabelaları takip ederek, ana yoldan Herceg Novi‘ye girdik, müsait görünen bir yere parkettik (ancak merkeze bayağı uzakmışız:)). Ara sokaklardan (aslında bir çoğu merdivendi) sahile indik. Yazın dolup taştığını tahmin ettiğim yoldan merkeze kadar yürüdük. Turizm enformasyon ofisinden şehrin haritasını alıp devam ettik.
Suriçi Kotor’a göre daha küçük ve ona göre daha eğimli. Zaten bütün şehir kıyıdan başlayarak göreceli daha eğimli bir arazi üzerine kurulu (bu da genelde çokça merdiven inip çıkmak anlamına geliyormuş bunu anlamış olduk).
Kanlı Kule’ye (Kanli-Kula) çıktık surların dışından. 1482-1687 arasındaki Türk hakimiyetindeki dönemde hapishane olarak kötü nam salmış olan kule, şimdilerde sezonda konser-gösterilere ev sahipliği de yapıyor. Kulenin fiziki durumundan öte manzarası görülmeye değer (üstteki fotoğraf)
Sezon dışı olduğundan olsa gerek az sayıda turist var, çok fazla açık mekan yok, suriçinde. Saat kulesini ve kiliseyi görüp sahile indik.
Biraz dolaştıktan sonra Lonely Planet’in önerisi olan Konoba Feral (Feral Meyhanesi)’e oturduk. Ön tarafında açık alanı var, küçük ama şirin bir yerdi.
Bu sefer “best of (en iyiler)” yapıp midye, ahtapot yedik (araba kullandığımdan bira yok benim için). Ahtapot gene ızgara sebzeyle servis edilmişti.
Karadağ’daki son günümüzde istikamet Kotorun daha güneybatısındaki Budva. Adriyatik kıyısında olan yerleşim tam bir kıyı kenti. Küçük eski kentini saymazsak, Türk kıyıları gibi, çarpık kentleşmenin kurbanı olmuş. Neyse eski şehrin (Stari Grad) hemen girişindeki açık otoparka parkettik arabayı, sur içine limanın yanındaki kapıdan girdik.


Budva’da yapılacak başka birşey kalmayınca görülecek listemizde olan Sveti Stefan’a doğru yol aldık. 5 km’lik yol biraz virajlı olsa da manzara muhteşem.
Girişteki alanlardan birinde arabayı parkettik ve yürümeye başladık. biraz uzun bir mesafe idi yürüdüğümüz yol, ama ağaçların arasında gayet keyifliydi (dönüşte yorgunluk kısmını geçiyorum:))
15. yy’dan kalma kırmızı çatılı, taştan evlerle kaplı adacığın anakaraya bağlantısı yaya yolundan ibaret, yerleşimin içinde kilise mevcut. son dönemde lüks bir resorta dönüştürülmüş. Sezon dışı olduğu için girişimiz kapıdaki görevli tarafından engelleniyor (sezonda giden arkadaşlarım, oradaki mekanlarda yemek yeme fırsatı bulmuşlar). Biz de biraz sahilde yürüyüp, sıcak havadan bunalınca kumsaldaki az sayıdaki turist gibi Adriyatik’in tadını çıkardık (sezondışı olduğu için wc-kabin gibi gerekli alanları kapatmışlardı).
Dönüşte bir yere uğramadan, Kotor’a geri döndük. Drajen’le buluşma yeri olan (Balkanlarda zincir benzin istasyonu olan) Vuk Petrol’de buluştuk. Bir benzin istasyonu nasıl olabilir ki diye düşünmeniz olası ama binanın ikinci katı, güzel bir cafe aslında. Menüsü öyle bir yer için de uygun; salata, makarna, sandviç vs. içki satışı var.

Drajen bizi Podgorica’daki otobüs terminaline bıraktı. Yerel saatle 21:30’da otobüs hareket edecekti. Gelişimizin aksine bu sefer bizimle birlikte bekleyen çoktu. Aralarında iki farklı Türk grubu vardı. Gelen otobüste dolu olunca (gelişimizdeki gibi biletinizde koltuk no vs yok) zar zor kendimize yer bulup yerleştik. Gene gelmiş olduğumuz güzergahtan Priştine’ye döndük.
Sabah gün ağırırken geldik Priştine otogarına. Gelişte gördüğümüz havalanının küçüklüğünden endişe edip, biraz daha otogarda zaman geçirmeyi tercih ettik. Saat 09:30 gibi otogardan taksi ile geçtik havalanına. Tahminimizin aksine içinde büyükçe bir cafesi vardı gidiş terminalinin, üstelik wi-fi kullanımı da vardı şansımıza :).